in , ,

“Başarının tek kelimelik bir formülü yok”

Eczacıbaşı Holding YKB Bülent Eczacıbaşı, deneyimlerini paylaşırken, başarı için yeni döneme özel önerilerde bulunuyor. Dünyadaki örneklerden de hareket ederek, gençlerin ve yöneticilerin dikkatini “odaklanma” konusuna çekiyor.

“Başarının-tek-kelimelik-bir-formülü-yok”

Eczacıbaşı Holding’in yönetim kurulu başkanı Bülent Eczacıbaşı, içinde bulunduğumuz dönemde dünyanın sorunlarının son derece karmaşık olduğunu vurguluyor. Böyle bir ortamda herkesin sadece kendi penceresinden bakmasını, sorunlarla karşılaştıklarında öğrenmelerini yeterli görmüyor. Daha fazlasına ihtiyaç olduğuna, örneğin başkalarının deneyimlerini dinlemenin ve okumanın gerektiğine dikkat çekiyor:

“Bunu yapabildiğimiz ölçüde ufkumuz genişliyor ve sorunlarla baş etmek için daha donanımlı hale geliyoruz.”
Son dönemde kaleme aldığı kitaplarıyla da bunu hedeflediğini söylüyor.

Eczacıbaşı’na göre, kitap yazmak o kadar da zor değil. Zor olan, kitabın okunmasını sağlamak. Bunun için de kitabı, okunmasını kolaylaştıracak şekilde tasarlamış. Böylece okurlara çok kısa sürelerde okuyabilecekleri, belirli konulara odaklanmış mesajlar sunmayı amaçlamış.

Bülent Eczacıbaşı, Fast Company dergisinin CEO buluşmasında, kitabında verdiği mesajlarla ilgili M. Rauf Ateş’in sorularını yanıtlarken, şu başlıklara da dikkat çekti:

ODAKLANMA NEDEN ÖNEMLİ?

Odaklanmadan sorunları çözmek çok zor. Dünya karmaşık ve bu karmaşık sorunları çözebilmek için odaklanmaya ihtiyacımız var. Ne yazık ki, odaklanmayı kolaylaştıran bir çağda yaşamıyoruz. Odaklanmayı bozan, dikkatimizi dağıtan bir mesaj bombardımanı altında yaşıyoruz.

Bana göre başarının temel koşullarından bir tanesi odaklanmaktır. Hatta bazılarına göre başarının tek koşuludur. Dünyanın en başarılı iş insanlarından Warren Buffet ve Bill Gates, tanıştıkları gün -ki bu tanışma Bill Gates’in annesinin ikisini bir yemeğe davet etmesiyle olmuş- Bill Gates’in annesi ikisine bir soru yöneltmiş: “Siz dünyanın en başarılı iki iş insanısınız. Bu başarınızın sırrı nedir? Bunu tek kelime ile yanıtlayabilir misiniz?” İkisi birden aynı cevabı vermiş: “Odaklanmak”.

Odaklanma üzerine, iş insanları olarak çok düşünüyoruz. Biliyoruz ki, dikkatimizi, kaynaklarımızı belirli bir noktaya odaklarsak çok şey elde edeceğiz. Ancak, bunun bir denge meselesi olduğunu da unutmamak gerekiyor, çünkü aşırı odaklanma bazı fırsatların kaçırılmasına da neden olabiliyor.

LİDERLİK ÖĞRENİLEBİLİR Mİ?

Liderliğin öğrenilebilir ve geliştirilebilir olduğuna inanıyorum. Bunun da çok net bir kanıtı var, liderlerde ortak özellikler aradığınız zaman bulamıyorsunuz. Binlerce cilt araştırma kitabı var. Her devirde sahneye çıkmış, her coğrafyadan, her meslekten, her ırktan liderler var. Dolayısıyla ortak noktayı başka yerde aramak lazım.

O ortak nokta, liderlerin yaptığı işler. Liderlerin yaptıkları işlere baktığımız zaman tablo netleşiyor. Liderlerin, konulara yaklaşma, insanları yönlendirme ve hedefe yönelme biçimleri var. Ortak özelliklerinin başında “ümit vermek” geliyor. Liderler, insanlara ümit veriyorlar. Daha iyi bir yaşam, daha güzel bir dünya, daha parlak bir gelecek ümidi…

Ben “hizmetkâr liderlik” kavramına çok inanıyorum ve bunu benimsiyorum. Bu yeni bir kavram değil. Geçmişe uzanan bir tarihi var. Modasının geçmiş olduğunu iddia edenler var; ben o fikirde değilim. Hizmetkâr liderliğin temelinde, liderin, yönettiği insanların hizmetkârı olduğu düşüncesi var. Yönettiği insanlar lidere hizmet etmiyorlar. Lider, yönettiği insanlara hizmet ediyor. Bunu kabul ettiğimiz zaman liderin hizmet ettiği insanlara saygı göstermesi, öncelikli koşul olarak ortaya çıkıyor.

İLK AMAÇ KÂR DEĞİL!

‘Kâr, iş dünyasındaki amaçlardan yalnızca biridir’, demek daha doğru olur. Dünyada şirketler kârın en öncelikli amaç olarak kabul edildiği bir aşamadan geçti. Bunun zirve noktası da 1980’ler oldu. Özellikle büyük iktisatçı ve düşünür Milton Friedman’ın öncülüğünde şöyle bir düşünce ağırlık kazandı: “Eğer şirketler sadece kâr peşinde koşmazlarsa, ekonomiye ve topluma kötülük ederler. Yanlış yapar, kaynakları ziyan ederler.”

Dolayısıyla ‘kâr, birinci ve en üstün amaçtır’ düşüncesi on yıllar boyunca hakim oldu ve bizleri yönlendirdi. Ama nereye geldiğimize baktığımız zaman pek de beğendiğimiz bir noktada olmadığımızı görüyoruz. Çok büyük bir sürdürülebilirlik sorunu ve gelir dengesizliğiyle karşı karşıyayız. Çocuklarımızın geleceğine ilişkin kuşkularımız var. Demek ki, sistemde aksayan bazı noktalar söz konusu.

Bu düşüncelerden “paydaş kapitalizmi” kavramı ortaya çıktı. Yani şirketlerin sadece hissedarlarına değil, çeşitli paydaşlarına karşı eşit derecede sorumlu oldukları fikri önem kazandı. Paydaş kapitalizmi, şirketlerin çalışanlarına, müşterilerine, hatta çevreye, topluma, gezegene sorumlulukları olduğu ve bunların her birine hizmet etmek zorunda olduklarını vurgulayan bir kavram.

Bu görüşe göre kâr, hissedarları ilgilendiren amaçlardan sadece bir tanesi oluyor. Bunun nasıl pratiğe çevrileceği bir soru işareti. Çünkü amaç tek ve net olduğu zaman performansı ölçmek, hesap vermek, şirketi yönetmek çok daha kolay. Nitekim bugün bütün şirketlerimiz buna göre yönetiliyor. Hissedarların temsilcileri veya hissedarların kendisi yönetim kurulunda yer alıyor. Hissedarların seçtiği yöneticiler şirketleri yönetiyor. Demek ki paydaş kapitalizminden şu anda çok uzağız, ancak giderek yaygınlık kazanan bir kavram gibi görünüyor.

DEĞİŞEN DÜNYAYA UYUM

Hızlı bir değişim yaşanıyor ve buna uyum sağlamak çok kolay değil. Hepimiz değişimi istiyoruz ama değişmek istemiyoruz. Biz de sık sık değişim projeleri yapıyoruz. Danışmanlar çağırıp değişim projeleri tasarlıyoruz. Fakat ortaya çıkan rakamlar ilginç.

Bu değişim projelerinin, sanırım yüzde 70 gibi bir oranı başarısız oluyor. Neticede başladığımız noktaya dönüyoruz. Bunun iki temel sebebi var: Birincisi değişime direnç, ikincisi bizim değişime tepkilerimiz. Hareket eden bir cismin hızını değiştirmek veya durağan kılmak için bir güç uygulanması gerektiğini fizik bilimi bize öğretiyor. İnsanlar için de aynı şey geçerli. Değişim ancak bir enerjiyle, çalışmakla oluyor. Onu da biz pek istemiyoruz. Bu nedenle değişim zor, olduğu gibi devam etmek daha kolay. Hepimiz sabahları kalkıyoruz aynı şeyleri yapıyoruz. Aynı araç ve yöntemleri kullanmaktan, alışkanlıklardan vazgeçmek zor geliyor.

İkinci büyük sorun, değişimin yarattığı tepkiler. Değiştirilmeye tepkimiz var. Değişmek istiyoruz belki ama başkalarının bizi değiştirmesinden pek hoşlanmıyoruz. Kişisel deneyimlerimiz de bize bunu gösteriyor. Ben hiçbir dostumun, benim tavsiyemle, benim ısrarımla sigarayı bıraktığına veya kilo verdiğine tanık olmadım. İnsanlar, başkalarının tercihlerinin kendilerine zorla kabul ettirilmesini istemiyorlar.

Bu konuda yazdığım yazıya ben “olağan şüpheli” başlığı koydum. Kim bu olağan şüpheli? En tepede oturan adam, yani patron. Asıl onun değişmesi sorun. O değişmediği sürece değişim kolay kolay gerçekleşmiyor.

‘KAZANAN BÜYÜR’ YAKLAŞIMI ÖNEMLİ

Biz “büyüyen kazanır” anlayışının hakim olduğu bir ortamda yaşıyoruz. Tüm sistemlerimiz bu inanca göre kurulmuş durumda. Bütçelerimizi yaparken işe büyüme rakamıyla başlıyoruz. Büyüme yoksa moralimiz bozuluyor. Büyümeyi bir amaç olarak koyuyoruz. Peki neden?

Çünkü, büyüme güç getiriyor. Eğer büyümezsek, göreceli olarak geride kaldığımızı düşünüyor ve endişeye kapılıyoruz. Ancak, büyümenin her zaman sağlıklı sonuçlar doğurmadığını görüyoruz.

Büyüme, krizleri, örneğin borçlanmaları da beraberinde getirebiliyor. Bu da ekonominin ve şirketlerin çökmesine neden olabiliyor. Bunun yanında çevre kirlenmesi, kaynakların tükenmesi gibi ciddi sonuçlar da ortaya çıkıyor.

Mevcut verilere göre, bugün bilinen kaynakların dünya ekonomisinin yaklaşık 2.5 misli daha büyümesine izin verebileceği görülüyor. Ancak, bugünkü büyüme rakamlarına bakarak geleceğe ilişkin tahminler yapıldığında yüzyılın sonuna kadar dünya ekonomisinin 8 kat büyüyeceği öngörülüyor. Bu kaynaklar nereden gelecek?

Bana göre bu süreç iki şekilde sonlanabilir: Biri mutlu son, diğeri ise “karakolda biten” bir son. Karakolda biten sonda, eğer kaynaklar yetersiz kalırsa, “birbirimizin boğazına sarılırız”. Mutlu sonda ise kaynakların aslında sonsuz olduğunu, teknolojinin getirdiği olanaklarla fark ederiz. Çünkü, aslında kaynaklar sınırlı değil, sonsuz. Her şeyden önce dünyada mevcut ve dünyaya uzaydan akan enerji sonsuz. Eğer bu enerjiden yararlanabilirsek sonsuz kaynaklara kavuşabiliriz. Öyle bir duruma gelirsek her şey sorun olmaktan çıkar, hatta çok uzun dönemde maliyet ve para diye bir kavram kalmaz. Belki çalışma diye bir kavram kalmaz. Ama bu teknolojik gelişmeler şimdilik biraz uzakta gibi görünüyor.

“Küçülme iyidir” gibi teoriler ortaya koyanlar da var. Ama ben bunları çok felsefi ve teorik görüyorum. Bunların pratikte benimsenmesi mümkün değil. Bugünkü koşullarda izlememiz gereken hedef, “sürdürülebilir büyüme” olmalı.

‘İKİ GÖZLE BAKMAK’

İki gözle bakmak yaklaşımına inanıyorum. Çünkü, iş yaşamına hem ekonominin gözüyle hem de sanatın gözüyle bakabilmemiz lazım… Biz bu iki dünyayı birbirinden ayırmaya alışığız. Sabah ofisimizin kapısından girdiğimiz zaman ekonomi gözlüğünü takıyoruz. Dünyaya, ekonominin kural ve kavramlarıyla bakıyoruz. Ama kapıdan çıktıktan sonra belki hayatımıza biraz sanat giriyor. Müzik dinliyoruz, sergi geziyoruz, film izliyoruz… Bu ikisini pek birleştiremiyoruz.

Bu iki dünyanın insanları da birbirlerine oldukça yabancı. Çünkü, onların yaşamlarını düzenleyen kavramlar farklı. İş dünyasında biz strateji, planlama, ölçülebilir büyüklükler peşindeyiz; sürekli büyümeye odaklıyız. Sanat dünyasında ise insanlar yaratıcılık, sınırları zorlama, farklı fikirler geliştirme peşindeler. İş dünyasında biz müşteri olmadan yaşayamıyoruz, her şey müşteriye bağlı. Müşteri yoksa iş de yoktur. Sanat dünyasında ise böyle bir bağlılık söz konusu değil. Sanatçılar müşteriyi değil, öncelikle yarattıkları eseri düşünürler. Bu bakış açıları birbirinden çok farklı. Ama işte tam da bu farklılık nedeniyle iş insanlarıyla sanatçılar birbirlerine büyük fayda sağlayabilecek potansiyele sahipler.

Bu potansiyel günümüzde daha çok fark edilmeye başlandı. İki dünyanın insanları da birbirini giderek daha iyi anlamaya ve keşfetmeye başladı. Sanatla iş dünyası birbirine yaklaşıyor. Ancak bu noktada hâlâ yeterince ilerlediğimizi düşünmüyorum. “İki dünyayı birleştirmek” denince genellikle sponsorluklar veya sanatçılara ürün tasarlatmak gibi çözümler akla geliyor. Oysa asıl ihtiyaç, bu iki dünyanın güçlü yönlerini harmanlayan derinlikli yaklaşımları geliştirebilmek. Henüz oraya ulaşmış değiliz.

PERFORMANS SİSTEMİ NİYE ÖNEMLİ?

  • KÜLTÜRDE BOZULMA RİSKİ Performans sistemleri, ortaya çıkabilecek kültür bozulmalarına karşı tetikte olmak açısından önemli. Şirkette arzu ettiğimiz kültür bazen bozulabiliyor, değişebiliyor, bazen alt kültürler oluşuyor. Bu çok sık oluyor.
  • ZAMANINDA MÜDAHALE Bir şirketin çeşitli bölümleri arasında farklı kültürler her zaman var. Bunların arasında bir baskın kültür ortaya çıkabiliyor. Ve bazen, istemediğimiz bir şirket kültürünün oluşmaya başladığını görüyoruz. Bunlara karşı tetikte olmak gerekiyor, çünkü eğer zamanında müdahale edilemezse bu kültür, şirkete büyük zarar verebiliyor. “Toksik kültür” dediğimiz davranış biçimleri şirkette yayılıyor ve tüm kurum kültürünü etkisi altına alıyor.
  • 360 DERECE DEĞERLENDİRME Çalışanların nabzını tutan her türlü çalışma bence çok büyük öneme sahip. 360 derece performans değerlendirmeleri eğer iyi yapılıyorsa, o şirkette çalışanların psikolojisini ve ruh halini anlamak açısından çok değerli. İşten ayrılanlarla yapılan görüşmeler de öyle.
  • KÜLTÜR DENETİMİ Yakın zamanda başlattığımız bir uygulama da “kültür denetimi”. Şirketlerdeki kültürü anlamaya, ölçmeye çalışıyoruz.

ECZACIBAŞI’NDAN 3 ÖNEMLİ SAPTAMA

  1. AŞIRI ODAKLANMA DA YANLIŞ
    Aşırı odaklanmayla birçok fırsatı kaçıran şirketlerin ilginç örnekleri vardır. Bunlardan biri çok iyi bildiğimiz Kodak şirketidir. Fotoğraf alanının en önemli markası olarak pazara neredeyse tek başına hakim olan Kodak, dijital teknolojinin getirdiği fırsatları aşırı odaklanma nedeniyle kaçırmıştır. Üstelik dijital fotoğrafçılığı keşfeden kişinin bir Kodak mühendisi olmasına rağmen… Demek ki odaklanmakla etrafta olup bitenin farkında olmak arasında dengeyi bulmak gerekiyor. O nedenle diyorum ki, başarını sırrını ararken tek kelimelik formüllerden kaçınmak en doğrusu.
  2. ADALET DUYGUSU
    Hakkaniyet ve adalet duygusu, “etkili liderlik” için en başta gelen konulardan bir tanesi. Liderlik ettiği insanlara karşı adil olmayan bir lider kimsenin saygısını kazanamaz, etkili liderlik yapması imkânsızdır. Adalet duygusu, insanlara saygının bir gereği olduğu kadar etkili liderliğin de önkoşuludur.
  3. GENÇLER DEĞİŞİME AÇIK
    Kuşaklar arasında zaman zaman farklı anlayışlar ortaya çıkabiliyor. Genç kuşaklar, değişime daha açık gibi görünüyor; daha sık iş değiştiriyorlar, farklı deneyimler kazanmak istiyorlar. Bu da bazen iş insanları arasında şikâyet konusu olabiliyor. Ancak bence, başta teknoloji sektörü olmak üzere, çok göz önünde olan bazı sektörlerin manzarası bu algıyı etkiliyor.

Yazar: Fast Company Türkiye

©Fast Company Dergisi, Türkiye’de Fast Dergi Yayıncılık A.Ş. tarafından Türkiye Cumhuriyeti yasalarına uygun şekilde yayınlanmaktadır. Fast Company’nin isim hakkı ABD’de Mansueto Ventures’a, Türkiye’de Fast Dergi Yayıncılık A.Ş.’ye aittir. Dergide yayınlanan yazı, tablo, fotoğraf ve görsellerin her hakkı saklıdır. İzinsiz, kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

ceo-nun-100-gun-öncelikleri

Ceo’nun ‘100 gün öncelikleri’ değişiyor mu?

ofiste-tenefus-sart

Ofislerde teneffüs şart