in ,

“Özgün sesiniz sizi geleceğe taşır”

Yönetmen Alan Taylor ile yaratıcılık ve liderlik üstüne bir söyleşi…

Click here for the English version

Sinema ve televizyon dünyasında iz bırakan yapımların yönetmeni Alan Taylor, yaratıcı sürecini, kendi sesini bulmanın yolunu, gelişen teknolojilerin sektöre etkisini ve iş dünyasına ilham veren liderlik prensiplerini Fast Company Türkiye okurları için anlattı…

YAZI:
MEHTAP DEMİR

Alan Taylor, sinema ve televizyon dünyasında iz bırakan bir yönetmen. The Sopranos’ ve Mad Men’ gibi kült dizilerde ve sinemanın önemli yapımlarında imzası olan Taylor, büyük bütçeli aksiyon filmleriyle geniş kitlelere ulaştı. Ancak onu en çok öne çıkaran, derin temalar ve karakter odaklı anlatımıyla öne çıkan projelere olan tutkusu oldu. Televizyondaki en büyük başarılarından biri ‘Game of Thronesta Orta Çağ atmosferini ve karakter ilişkilerini ustalıkla işleyerek, dizinin zirveye ulaşmasına büyük katkı sağladı.

Kariyerinin başından itibaren televizyon ve sinemada önemli yapımlarda yer alan Taylor, sinemaya yenilikçi ve cesur bir yaklaşım getirdi. ‘The Sopranos, Mad Men’ ve ‘Game of Thrones’ gibi gibi yapımlar, onun televizyonun “altın çağını” başlatan projelerdeki etkisini gözler önüne serdi.

Fakat Taylor, sadece başarılı projeleriyle değil, aynı zamanda ekip yönetimi, liderlik ve kriz yönetimi becerileriyle de sektörde fark yaratan bir yönetmen oldu.

Alan Taylor, yaratıcı sürecini, gelişen teknolojilerin sektöre etkisini, iş dünyasına ilham veren liderlik tavsiyelerini ve “kendi yolunu savunmanın” gücünü Fast Company Türkiye okurları için paylaştı

Yaratıcı özgürlük ve kendi sesini bulma, her meslek için kritik bir konu. Stüdyoların ve kanalların/şirketlerin beklentileriyle yaratıcı özgürlük arasında nasıl bir denge kuruyorsunuz?

Bu, gerçekten derin ve karmaşık bir konu. Sanat ile iş dünyasının iç içe geçtiği bir ortamda, sanatsal hedefler ile ticari beklentiler arasındaki farklar giderek daha net bir şekilde ortaya çıkıyor. Yaratıcı özgürlük ile ticari gereksinimler arasındaki dengeyi bulmak, genellikle bir evrim süreci gibi hissediliyor.

Benim için bu dengeyi keşfetme yolculuğu, yönetmenlik kariyerimin ticari tarafı devreye girmeden önce başlamıştı. NYU’daki öğrencilik yıllarımda, herhangi bir ticari baskı olmadan özgürce çalışabiliyor ve ‘kendi sesimi’ arayarak yaratıcı sürecimi şekillendiriyordum. Ancak profesyonel hayata adım attığımda, ticari faktörlerin devreye girmesi, yaratıcı süreci bir müzakere alanına dönüştürdü.

Televizyon ve sinema dünyasında, genellikle şartlar ve parametreler yanı ‘sınırlar’ oldukça net bir şekilde belirlenir ve çoğunlukla finansal kısıtlamalarla karşılaşırsınız. Bu çerçeve içinde ‘yaratıcı özgürlüğünüzü’ bulmanız gerekir. Bununla birlikte, eğer sınırlar belirsizse, sürekli bir çıkmazla karşılaşıyor gibi hissedebilirsiniz. “Duvarın” yani sınırların nerede olduğunu bildiğinizde, çerçevenizi tanıdığınızda ise o alan içinde bir özgürlük bulabilirsiniz. Bu bakımdan, belirli bir yapının içinde yaratıcı olabilmek, bana hitap eden bir meydan okuma. Ben de bu zorluğu severek kabul ediyorum.

Kariyerinizde, “Evet, nihayet bu benim gerçek sesim!” dediğiniz bir an ya da film oldu mu?
NYU’daki mezuniyet filmim Leaving NYU‘yu çekerken, içimde derin bir ‘Bu benim!’ duygusu belirdi. O filmde gerçekten kendimi bulduğum ve sanatsal anlamda tatmin olduğum bir süreç yaşadım, aynı zamanda büyük bir başarıydı.

O günden sonra birçok gurur duyduğum proje ürettim, her birinde işimi en iyi şekilde yapmaya odaklandım. Bunlardan biri olan ‘Mad Men’ ile DGA (Directors Guild of America) ödülü aldım; farklı projelerde başka ödüller de kazandım. Ancak ‘Game of Thronesta Ned Stark’ın ölümü ya da ejderhaların doğuşu gibi sahneler ödüller kazanmasa da, bu işlerde içsel olarak doğru kararları verdiğimi ve yüksek kaliteli bir iş çıkardığımı bilmenin verdiği tatmin, benim için çok daha kıymetli oldu. Bu projelerde ‘kendi sesimi’ bulduğumu hissettim.

Kişisel deneyimleriniz, kimliğiniz ve inançlarınız, anlatmak istediğiniz hikayeleri nasıl şekillendiriyor? Yönetmenlikteki teknik becerinizin hikaye anlatımında kritik bir rolü oldu mu?
Gerçekten inanıyorum ki, kişisel bir iş yaptığınızda, eninde sonunda ‘kendinizi’ ve hayatınızdaki önemli temaları ifade ediyorsunuz. Gençken fark ettiğim şey şuydu: Elimdeki harika ve doğru şeyleri göz ardı edip başka bir şeyin peşinden koşuyordum. “Mükemmel, iyinin düşmanıdır” derler, işte tam olarak bu. Sürekli farklı ideallerin hayalini kuruyor, ancak elimde olanı takdir etmeyi unutuyordum. Hâlâ bazen yaptığım işi yeterince takdir etmiyor, hep daha iyisini düşünüyorum. Bu nedenle bir dönem, tüm filmlerim aslında bu temayı işliyordu. NYU’daki kısa filmim de buna dair bir şeyler anlatıyordu. İlk uzun metrajım, İtalyan yazar Italo Calvino’nun hikayelerinden esinlenen bir komediydi, ama özünde o da bir hayalin peşinden koşan ama ne olduklarını fark etmeyen üç adamın hikayesiydi. Bu, çeşitli projelerde de olur: Bir şeyin peşinden koşarsınız, bunun hikayenin tam odağı olduğunu düşünürsünüz. Ama sonunda o şeyi elde edemezsiniz ve her şey ters gider. Ve o noktada fark edersiniz ki, asıl mesele bu değilmiş. İhtiyacınız olan şey her zaman önünüzdeymiş. Bu, ‘Wizard of Oz’da olduğu gibi bir şeydir; karakter, aslında her zaman olması gereken yerde olduğunu öğrenir. Dolayısıyla, hayatınızla ilgili temalar vardır ve eğer şanslıysanız, bu temaları keşfetme ve hikâyelerinizde işleme fırsatınız olur.

Bir yönetmenin özgün sesini otantik bir şekilde ifade ederken, aynı zamanda farklı izleyici kitlelerine de hitap edecek işler yapmasının yolu nedir?

Esas zorluk da bu. Kişisel bir hikâye anlatmak ve bu hikâyenin geniş bir izleyici kitlesiyle buluşmasını sağlamak, işin özüdür.

Bir yönetmen, kişisel bir hikâyeyi anlatırken izleyicilerin buna tepki verdiğini gördüğünde, izleyicilerle gerçek bir bağ kurduğunu hisseder. Sanatın amacı da bu; insanların birbirleriyle bağ kurma biçimidir ve bu çok güçlü bir deneyimdir.

Geçen yıl vizyona giren ‘Everything Everywhere All at Once’ filmini ele alalım. Gerçekten sıra dışı bir yapımdı. İki yönetmen, aslında sadece kendilerine ve yakın çevrelerine hitap edecek kadar tuhaf bir film yapmışlardı. Ancak o film, tüm dünyaya ulaştı, herkes izledi, sevdi ve ‘En İyi Film’ ödülünü kazandı. İşte buna bayılıyorum. Bağ kurmak, herkese uyan bir hikâye anlatmaktan çok daha derin ve tatmin edici bir şey.

İstanbul’da çekilen ‘Crossingi düşünün. Çok kişisel bir film, çok düşük bütçeli ama bence büyük bir izleyici kitlesi bulacak, çünkü izleyiciyle bağ kuruyor. Herkesin yapmak istediği şey de bu.

“Kriz ne olursa olsun, karşılaşılan zorlukları aşmak için esnek olmanın ve sürekli çözüm üretmenin gücüne inanıyorum.”

Televizyon ve sinemada türsel hikaye anlatımının evrimini nasıl görüyorsunuz? Bu evrimde sizin rolünüzü nasıl tanımlarsınız?
Televizyonun ‘altın çağından’ çokça bahsediliyor. Benim televizyon kariyerim de tam olarak bu dönemin yükselişiyle çakıştı.  En iyi yazarlar sinemada film yapamıyorlardı çünkü sinema bütçeleri yetersizdi ve kimse akıllıca, derinlemesine düşünülmüş, tematik filmler yapmaya cesaret etmiyordu. Bu yüzden bu yazarlar televizyona yöneldiler. Bu dönüşüm, bir bakıma “mutlu bir tesadüf” olarak tanımlanıyor. Yazarlar başka bir seçenek bulamayınca televizyona geçmek zorunda kaldılar.

Televizyon, streaming (internet üzerinden yayın) platformlarına doğru bir dönüşüm yapıyordu ve HBO gibi abonelik tabanlı servisler ortaya çıkıyordu. Bu da demek oluyordu ki, artık reklamlarla yayınlar kesilmek zorunda değildi. Ve reklam verenlerin taleplerine hitap etmek zorunda değildiniz. Artık sadece izleyiciye hitap ediyordunuz. Bu da daha doğrudan bir sanatsal ilişki kurmayı mümkün kılıyordu. Dolayısıyla televizyonun streaming ve abonelik sistemine geçişi, içerik üreticilerinin izleyiciyle daha doğrudan, sanatsal bir ilişki kurmasına olanak sağladı.

Başlangıçta televizyon, sinemanın kalitesine yaklaşamıyordu; özellikle 70’ler, 80’ler ve 90’lar televizyonu, daha düşük kalitede ve genellikle basit, kötü yapımlar sunuyordu. Ancak, televizyonun kalitesi yükseldikçe izleyiciler, sinemadaki gibi derin ve estetik açıdan dikkatli yapımlar beklemeye başladılar. Bu değişim, televizyonun daha sanatsal bir hal almasına yol açtı.

Yönettiğim ‘The Sopranos’u ilk okuduğum zamanı hatırlıyorum, hikâyenin teması ve karakter gelişimi ön plandaydı. Bu tür yapımlar, önceki dönemin aksiyon ve suç çözme odaklı, plot güdümlü televizyon yapımlarından farklıydı. ‘Homicide’ gibi dizilerle de bu dönüşüm başlatıldı; burada insanlık ve varoluşsal meseleler işlendi.

Televizyonun bu yeni yönüyle birlikte, yazarlık kadar yönetmenlik de önem kazandı. Görselliğin ve dizinin estetiğinin, içerik kadar önemli hale geldiği bu dönemde, yönetmenler de önemli bir yer edinmeye başladı.

Yani, genel olarak, televizyon, sinema gibi derin, anlamlı ve estetik açıdan değerli işlerin yapıldığı bir alana dönüştü ve yönetmenler bu dönüşümde önemli bir rol oynadı ve ben de bu evrimin bir parçası oldum.

Derin bir kişisel bağ hissettiğiniz bir proje var mı?

‘Mad Men’ ve ‘Interview with the Vampire’ gibi projelerde kişisel bir bağ hissettim ve bu işlere karşı büyük bir sorumluluk duydum. Özellikle ‘Mad Men‘de, New York’ta birlikte çalıştığım, tanıdığım insanlarla projeyi yapmak bana özel bir bağlılık ve sorumluluk duygusu verdi. Pilot bölümde, kızımı bir sahnede oynatmak, bu bağın somut bir örneği oldu. Kızım sadece bir sahnede yer aldı ve bu gerçekten çok özel bir anıydı. ‘Interview with the Vampire’ ile de kendimi aynı şekilde bağlı hissettim. Bu projede de, dizinin görsel kimliğini yaratmada önemli bir rol oynadığımı ve ona sahip çıkmam gerektiğini hissettim.

Gelecekte yapmak istediğim üç farklı projeye dair çok heyecanlıyım. Her biri birbirinden farklı olsa da, hepsi benim için çok kişisel bir anlam taşıyor. Bir tanesi, İtalyan Rönesansı’nda geçen, akıllıca ve eğlenceli olması gereken bir tarihsel drama. Diğer biri, Cormac McCarthy tarzında, karanlık ama akıllıca bir batı filmi. Ve son olarak, 1940’larda Florida’da geçen, oldukça garip bir aşk hikâyesi. Bu projelere duyduğum tutku, beni her zaman ileriye taşıyan en büyük motivasyon kaynağım.

Teknolojinin film yapımına nasıl bir etkisi olacağını ve hikâye anlatıcılığının geleceğini nasıl şekillendireceğini düşünüyorsunuz?

Teknolojinin daha ucuz ve erişilebilir hale gelmesiyle, eskiden film yapmak büyük bütçeler ve ekipler gerektirirken, artık herkesin akıllı telefonuyla film yapabileceği bir döneme gelindi. Ancak bununla birlikte, içerik kalitesinin düşük olacağına dair endişelerim de var.

Bu noktada, teknolojinin sağladığı imkânların yanı sıra, izleyicinin bu içeriklerle nasıl ‘bağ kuracağı’ önemli bir konu olarak öne çıkıyor.

Diğer taraftan, teknolojinin gelecekteki yönüyle ilgili belirsizlikler de var. Özellikle 3D sinema, sanal üç boyutlu alanlarda film yapma girişimleri henüz öngörüldüğü kadar büyük bir değişim yaratmadı. Çünkü henüz o alanda bir hikâyeyi nasıl anlatmak gerektiği konusu netleşmedi.

Dolayısıyla teknoloji gelişiyor evet ama bunun hikâye anlatıcılığında bizi nerelere taşıyacağı ve yapay zekanın bu alanı nasıl dönüştüreceği konusu hâlâ belirsiz.  Ancak, yapay zekanın sinemaya müdahale etmesi durumunda bile, insana ait olan yaratıcı film yapımının her zaman değerli ve farklı olacağına inanıyorum.

Buna bir örnek Marvel’in projeleridir. Ticaret planını değiştirmesinin sebeplerinden biri izleyicilerin artık aynı türdeki ve AI ile yapılmış içerikten sıkılmaları ve “Everything Everywhere All at Once” gibi daha insana dokunan farklı içeriklere yönelmeleri. Sonuç olarak, teknoloji gelişmesine rağmen, insan hikâyeciliğinin değerini koruyacağını ve bu alanda çalışanların hâlâ geçimlerini sağlayabileceğini umuyorum.

Özellikle Chatgpt ile içerik üretimi kolaylaştı ve yaygınlaştı. Bir sanatçı perspektifinden, içerik üretiminin bu kadar fazla olmasının iyi bir şey mi, yoksa kötü bir şey mi olduğunu düşünüyorsunuz?

Sanatsal bir bakış açısından, içerik bolluğu hem avantajlı hem de zorlu bir durum yaratıyor. Başlangıçta, herkesin film yapabilmesi ve bunu neredeyse sıfır maliyetle dünyaya sunabilmesi çok umut verici bir fikir gibi görünüyordu. Bu, sinema yapımının ‘demokratikleşmesi’ gibiydi. Ancak, bu durumun olumsuz yönleri de kısa sürede ortaya çıktı. Artık o kadar çok içerik var ki, ‘Raiders of the Lost Ark’ filmindeki sahneye benziyor: Dünya üzerindeki en değerli obje, dev bir depoya konuluyor ve o kadar fazla şey var ki, bu değerli nesne sonsuza kadar kayboluyor. Bugün de içerik fazlalığı benzer bir duruma yol açıyor; her şeyin içinde ‘değerli’ olanı bulmak neredeyse imkânsız.

Şu an ihtiyacımız olan şey, içerikleri doğru şekilde seçebilecek ve neyin izlemeye değer olduğunu gösteren bir küratörlük endüstrisinin doğması. İçerik yaratmak artık kolay ve herkesin erişebileceği bir şey, ancak asıl zorluk, bu kadar fazla içerik arasında hangilerinin değerli olduğunu ayırt etmek. A24 gibi şirketler, yalnızca kaliteli filmler çıkararak bu sorunu bir dereceye kadar çözüyor. Onların etiketi, izleyicilere güven veriyor çünkü A24’ün yayınladığı her şey izlemeye değer. Bu tür küratörler ve organizasyonlar, izleyicilerin içerik denizinde kaybolmamasına yardımcı olmak için daha da yaygınlaşmalı.

Yaratıcı süreciniz boyunca yaşadığınız ‘kırılganlık’ anlarında ya da kendinizden şüphe duyduğunuz zamanlarda duygularınızı nasıl yönetiyorsunuz?

Kendimi sık sık eleştiren biriyim ve yaratıcı sürecime dair olumsuz düşünceler içinde kaybolduğumda en iyi çözümün “soğuk suya atlamak” olduğunu keşfettim. Bu, beyin kimyamı değiştirerek zihinsel olarak taze bir başlangıç yapmama yardımcı olur. Bana farklı bir bakış açısı kazandırıp işime taze bir perspektifle geri dönmemi sağlar.

Film endüstrisi fikirlerinize genellikle “hayır” der, ancak buna rağmen kendi projelerime inanarak ve bu engelleri aşarak yoluma devam ettim. Yıllardır zihnimde olan ancak pek çok kez reddedilen projelerim olabilir ve ben yine de onları savunmaya devam edebilirim. Kendi projelerime olan inancım; tıpkı bir ebeveynin çocuklarıyla ilgili bildiği şeyleri kimsenin bilmemesi gibi, onlara dair bir içsel bilgi ve inanç barındırırsınız.

Yaratıcı kırılganlık ve kendimden şüphe duyma anlarında ise, hataların ve başarısızlıkların herkesin yaşadığı süreçler olduğunu kendime hatırlatmak faydalı oluyor. İnsanların sık sık hata yaptığını görmek ve başarılı kişilerin de zaman zaman yanlışlar yapmalarını izlemek açıkçası moral veriyor. Bu, yalnız olmadığımı ve herkesin bu süreçte zorlandığını anlamama yardımcı oluyor. Ayrıca, başarının zorlayıcı süreçlerden geçerek geldiğini kabul etmek gerekir. Dolayısıyla her başarısızlığın ardından büyük başarıların gelebileceğini unutmuyorum.

“Teknolojinin daha ucuz ve erişilebilir hale gelmesiyle, eskiden film yapmak büyük bütçeler ve ekipler gerektirirken, artık herkesin akıllı telefonuyla film yapabileceği bir döneme gelindi. Ancak bununla birlikte, içerik kalitesinin düşük olacağına dair endişelerim de var.

Bu noktada, teknolojinin sağladığı imkânların yanı sıra, izleyicinin bu içeriklerle nasıl ‘bağ kuracağı’ önemli bir konu olarak öne çıkıyor.”

Projelerinizde yaratıcı riskleri nasıl yönetiyorsunuz, özellikle tanınmış eserleri uyarlarken ya da karmaşık temalarla çalışırken nasıl bir yaklaşım benimsiyorsunuz?

Bir eseri uyarlarken, değişiklik yapma kararı aldıysanız ve bu değişikliklerin yaratıcı nedenlere dayandığını biliyorsanız, bunun getireceği eleştirileri kabul etmeye hazır olmanız gerekir. Bu durumun üstesinden gelebilmek için çok titiz ve derinlemesine çalışmanız lazım.

Örneğin, ‘Interview with the Vampire’ adlı projemde büyük bir karakter değişikliği yaptık ve bunun bir kısmının izleyiciler tarafından tepkiyle karşılanacağını biliyorduk. Ancak, bu eleştirileri önceden tahmin etmeniz ve her yönden hazırlıklı olmanız gerekiyor. Bu süreç, ortaya çıkan eleştirilerle daha sağlam bir şekilde başa çıkabilmeyi sağlıyor.

İnsanların sevdiği bir eserin detaylarını korumak yerine, esas amaç eserin gerçek niyetiyle uyum içinde olmak. Seyirciler, mevcut bir yapıyı neden sevdiğini her zaman bilmeyebilir, ancak bir sanatçı olarak göreviniz, eserin özünü koruyarak buna daha iyi hizmet etmektir. Bu, yaratıcı risklerin nasıl yönetildiğine dair önemli bir bakış açısıdır.

Kriz anlarında nasıl bir strateji izlersiniz? Karşılaştığınız büyük bir krizi ve ekibinizi o anda ekibinizi nasıl yönettiğinizi hatırlıyor musunuz?

Prodüksiyon sürecinde sık sık karşılaştığım krizler oluyor. Bu tür durumlar her gün yaşanabilir.  Her şey ters gitse bile, bu gibi zorluklarla başa çıkmak için durmaksızın çalışmak gerektiğine inanıyorum.

Özellikle ‘The Many Saints of Newark’ adlı filmde, COVID-19 pandemisi nedeniyle prodüksiyon durmak zorunda kaldı, New Orleans’ta bir çekim yaparken yaşanan büyük sel felaketi nedeniyle set sular altında kaldı…  Kriz ne olursa olsun, karşılaşılan zorlukları aşmak için esnek olmanın ve sürekli çözüm üretmenin gücüne inanıyorum.

Eğlence sektörü sürekli değişiyor, dönüşüyor. Siz bu değişimlere nasıl adapte oluyorsunuz?

Film okulundan mezun olduğum dönemde, sektör zaten büyük bir değişim içerisindeydi, bu yüzden bu değişimle birlikte ilerledim yani akıntıya kapıldım. Eğer biraz daha yaşlı olsaydım, belki televizyon sektöründe farklı bir kariyer yapmış olabilir ama sektörün yön değiştirmesiyle adapte olmak için uğraşmak zorunda kalırdım.

Bununla birlikte, bazı gelişmeleri ve teknolojileri görmezden gelmeyi tercih ediyorum. Örneğin, oyun sektörü büyük bir gelir kaynağı ve yaratıcı bir alan haline gelmesine rağmen, buna ilgi duymuyorum ve bu alandan uzak duruyorum. 3D ve sanal alan gibi yeni teknolojiler için de fazla ilgi duymuyorum. Çünkü, hikaye anlatımının, yönetmenin kamera açısından ne görmek istediğiyle şekillenen bir süreç olduğunu düşünüyorum.

Ünlü yönetmen ve senarist James Cameron ile yaptığımız bir konuşmayı hatırlıyorum. Cameron, 3D gözlükle yapılan bir tür deneyimi heyecan verici buluyordu. Bu teknolojiyle, izleyicinin ekranın her yerine bakabilmesi ve etrafındaki her şeyi görmesi mümkün. Ancak, Cameron’un bu teknolojiyi sevmesinin sebebinin, aslında geleneksel sinema anlayışını değiştirmemesi olduğunu fark ettim. Yani Cameron, bu teknolojinin sunduğu deneyimi bir tür oyun yapısına benzetiyordu. İzleyici, bir sinema salonunda oturup büyük bir ekranda izliyor ama yine her sahne bir yönetmen tarafından şekillendiriliyor. Dolayısıyla bu yeni teknolojiyi sinema anlatımı açısından bir devrim olarak görmüyorum, çünkü hâlâ yönetmenin belirlediği bir bakış açısı var. Cameron’un heyecanının, sinema anlatımını değiştiren bir yenilik değil, daha çok teknolojinin sinema deneyimini farklı bir şekilde sunmasıyla ilgili olduğunu anlamıştım. Bu gelişmelerin, sinemanın hikaye anlatma biçimini değiştiren bir şey olmadığını düşünüyorum. Bu nedenle de sektörün değişimlerine uyum sağlarken, bazı şeyleri görmezden gelmenin de benim için bir seçenek olduğu kanaatindeyim.

Alan Taylor

Sektörün evrimini ve geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Sinema endüstrisinin evrimi ve dünya çapındaki yaratıcı akımları düşünüyorum. Film okuluna başlamadan önce Almanya sinemada öne çıkıyordu ve Werner Herzog, Wim Wenders gibi yönetmenler dönemin önemli isimleriydi. Daha sonra, İran sineması da aynı şekilde bir dönemin parlayan yıldızları oldu. Bu yaratıcı akımlar sadece sanatsal değil, aynı zamanda finansal sebeplerle de şekillendiğini belirtmek lazım.

Şu anki sinema dünyasındaki durumu ele aldığımda ise; “stupid movies” (saçma filmler) olarak tanımladığım, zeka içermeyen, popüler ve ticari filmlerin artmasına rağmen, son dönemde bir isyan başladığını gözlemliyorum. Özellikle, ‘Everything Everywhere All at Once’ gibi yapımların, daha ticari olan ‘Ant-Man and The Wasp’ gibi filmlerden daha fazla ilgi görmesi buna bir örnek. Bu da bana umut veriyor çünkü izleyicilerin daha derin ve farklı yapımları talep etmeye başladığını düşünüyorum.

Türk sinemasında ise izleyici kitlesinin yenilikçi ve özgün hikâyelere aç olduğunu düşünüyorum. Bu durumun, Türk sinemasında yerel deneyimlere dayalı özgün ve etkili filmlere olan talebi artıracağına inanıyorum. Ayrıca, bu tür filmlerin sadece yerel izleyicilere değil, dünya çapında bir izleyici kitlesine de hitap edebileceğini, yani global bir pazarın da bulunabileceğini düşünüyorum.

Kısacası, günümüz sinemasındaki eğilimleri ve izleyici taleplerini tartışırken, farklı, kişisel ve yerel deneyimleri anlatan filmler için umut olduğunu ve bunun küresel bir yankı uyandırabileceğini vurgulamak isterim.

Bir gün bu işi bıraksanız, insanlar sizi hangi işiniz ya da özelliğinizle hatırlasın istersiniz?

İnsanların, “beraber çalışması çok keyifli biri” olarak hatırlamaları beni çok mutlu ediyor. “Seninle çalışmak güzeldi, sen çok iyi bir insandın, asla zor bir insan değildin” dediklerinde bu çok hoşuma gidiyor. Bir yönetmen olarak, süreci eğlenceli hale getirebildiğimi duymak çok değerli. Bazen, dört yıl önce bir filmimde figüran olan birisiyle karşılaştığımda, “Sen bana çok nazik davranmıştın ve bana kendimi projenin önemli bir parçası gibi hissettirdin” dediğinde gerçekten mutlu oluyorum. Bence, böyle hatırlanmak çok değerli.

Geleceğin yönetmenlerine önerileriniz nedir?

Tek tavsiyem şu: Kendi yolunuzu savunun. Endüstride tanınmaya başladığınızda yeni fırsatlar karşınıza çıkar ve seçim yapma şansınız artar. Ama bazen bu süreçte, kendi yaratıcı sesinizi korumak için mücadele etmeniz gerekebilir. Başarıyı, en çok sevdiğiniz şeyi yaparak elde edersiniz. Özellikle sektör sizi başka yönlere çekmeye çalıştığında, bir adım geri atın ve içindeki yaratıcı sesi dinleyin. Bu, sizi daha yükseklere taşıyacaktır.

Yaratıcılığınızı dışarıdan dayatılan şablonlara değil, kendi yolunuza göre şekillendirmeye çalışın; çünkü bu, hem daha tatmin edici hem de sürdürülebilir bir başarıyı getirir. Ve unutmayın, en zor anlarınızda bile bu süreç, sizi daha güçlü kılacaktır. Sektörün sunduğu işler yerine, kendi yaratıcı projelerinize odaklanın. Uzun vadede bu, sizi daha da yukarıya taşıyacaktır.

Son olarak, sizin favori filmleriniz neler ve neden?

Favori filmlerim geçmiş yıllardan (60’lar, 70’ler, 80’ler) ve kafamdaki listeye yenileri dahil etmeye çalışıyorum. Yakın dönemdeki bazı yapımlardan örnekler verecek olursam özellikle ‘Everything Everywhere All at Once’, ‘Dream Scenario’ ve Wim Wenders’in ‘Perfect Days’ gibi son dönemdeki filmleri seviyorum. Bu filmlerin, izleyiciyi zeki ve düşünceli bir insan olarak kabul etmeleri ve onlara derinlikli bir şekilde hitap etmeleri beni cezbediyor.

Her bir film, izleyiciyi farklı şekillerde akıllı ve düşünceli bir kişi olarak kabul ediyor. Örneğin, ‘Everything Everywhere All at Once’ eğlenceli ve çılgın bir film olmasına rağmen, izleyiciden olayları hızlıca kavrayıp filme ayak uydurmasını bekliyor. ‘Dream Scenario’ daha sakin bir film olsa da izleyiciye anlamaları için cesaret veriyor. ‘Perfect Days’ ise son derece sessiz bir yapım ancak izleyiciden insani bir bağ kurabilme ve filme ilgi duyma beklentisi taşıyor.

Popüler filmleri genellikle ‘manipülatif’ buluğumu belirtmeliyim ve izleyiciyi çok açık bir şekilde ‘yönlendiren’ filmlerden hoşlanmıyorum. Karakterlerin sevilecek ya da nefret edilecek şekilde tasarlanmış olmasının, izleyiciyi ‘manipüle’ ettiğini hissediyorum. Bu tarz filmlerin izleyiciye yalnızca yüzeysel bir tatmin sunduğuna, gerçek bir bağ kurmadığına inanıyorum.

Son olarak, eski favori filmlerime de değinirsem; ‘Eight and a Half’, ‘La Dolce Vita’, ‘Raging Bull’, ‘Eraserhead’, ‘Taxi Driver’ ve ’Les Enfants du Paradis’ gibi filmler var listemde. Bu filmlerin çoğunu genç yaşlarda izledim ve derin bir sevgi besledim. Özellikle ‘Eight and a Half’ ve ‘Raging Bull’u tekrar tekrar izleyebilirim.

Filmlerin zekice ve derinlemesine işlenmesini, izleyiciyle gerçek bir bağ kurmalarını seviyorum ve popüler kültürün yüzeysel, manipülatif anlatımlarından hoşlanmıyorum.

BENİM İÇİN ‘ETKİLİ’ LİDERLİK

-AİDİYET YARATMAK. Benim için ‘etkili’ liderlik, öncelikle herkesin kendini değerli ve dahil edilmiş, işin bir parçası hissettiği bir atmosfer yaratmaktır. Bunun için ekip üyelerinin, yapılan işe katkılarının takdir edilmesi gerekiyor. Bir yönetmen olarak, işinizin ne kadar zorlu olduğunu göstermek insanlara ilham verebilir ama aynı zamanda ekip üyelerinin katkılarını takdir etmek, diğerlerini motive etmek açısından çok önemli.

-NET PLAN VE ADAPTASYON. Etkili liderlikte bir diğer önemli noktanın ise, net bir planla yola çıkmak olduğunu, ancak planın herhangi bir şekilde bozulması durumunda esnek olmanın ve adaptasyon yeteneğinin kritik olduğunu belirtmeliyim. Setteki beklenmedik değişiklikler veya aksaklıklar karşısında, planın değil, planın içindeki önemli unsurların korunarak yeni çözümler üretilmesi gerektiğini vurgulamak isterim.

-HEDEF. Ayrıca, yönetmenin bir planı olmadan işe başlaması cast ve ekip tarafından hoş karşılanmaz ve bir yönetmenin ne istediğini bilmesi, bazen ‘zorlu’ bir lider gibi görünse de, aslında ekip tarafından çok değerlidir. “Nereye gittiğini bilen” bir lider olarak güven verdiğimi ve bu güvenin ekibin en zorlu koşullarda bile işe bağlı kalmasını sağladığına inanıyorum.

Yazar: Mehtap Demir

Fast Company Türkiye Yazı İşleri Müdürü

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

“Your unique voice will carry you into the future”

Digital 50 CMO Summit’25