in , ,

Kodun kaynağı

Microsoft’un kurucusu Bill Gates’in, ‘Source Code’ adlı kitabı yayımlandı. Ailesinden çocukluğuna, okul hayatından şirketini kurmaya kadar birçok kritik konuyu ilk kez anlattığı Gates’in kitabından öne çıkan başlıkları özetledik.

Kodun-kaynağı

Yaklaşık 70 yıl önce, 28 Ekim 1955 tarihinde, ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Kendisinden önce 1954’te doğan kardeşi Kristi, ondan sadece 21 ay büyüktü. Ailenin 3’üncü çocuğu kız kardeşi Libby’nin doğmasına ise neredeyse 10 yıl daha vardı.

Neşeli ve sürekli gülen bir bebekti. Kendi anlatımıyla “Bebekken her zaman sergilediği kocaman sırıtışı” nedeniyle ona “Mutlu Çocuk” ismini takmışlardı.

Ağlamayan bir çocuk değildi ama görünürde sergilediği neşe, diğer tüm duyguların üstüne çıkıyor gibiydi. Erkenden fark edilen diğer özelliği de enerji fazlalığıydı. Bunu da, “Sürekli sallanıp duruyordum” diye açıklıyordu.

Önceleri, lastik bir oyuncak atın üstünde saatlerce sallanırdı. Büyürken, at olmasa da sallanmaya devam etti. Bu alışkanlığını ünlü olduğu döneme bile taşıdı. Otururken de sallandı, ayakta dururken de… Hatta bir şey hakkında derin derin düşünürken bile sallandığını anlatıyordu. Onun için “sallanmak” beyni için bir metronom görevi görüyordu. Üstelik, bu alışkanlığı 70 yaşına yaklaştığı halde devam ediyor. Dünyanın en önde gelen girişimcilerinden biri olan Microsoft’un kurucusu Bill Gates, yeni çıkan kitabında, dünyaya gelişini, bebekliği ile çocukluk dönemini bu sözlerle anlatıyor. İlk defa bebeklikten Microsoft’un kuruluşuna giden zamanı ayrıntılı bir şekilde anlatan Gates’in kitabı ‘Source Code’dan öne çıkan bazı anekdotlar ile saptamaları paylaşıyoruz:

UZAY YARIŞININ DEĞİŞİMİ

Rusya’nın 1957 yılında Sputnik’i fırlatması, ABD’yi şoke ederek bilim ve teknolojiye yüksek yatırım yapmasına, adeta “para akıtmasına” neden olmuş ve NASA ile o zamanlar İleri Araştırma Projeleri Ajansı adı verilen kuruluşun doğmasına yol açmıştı. Bu paranın bir kısmı da Seattle şehir merkezine akmıştı.

Şehir, burada “Century 21” adı verilen bir sonraki Dünya Fuarı’na ev sahipliği yapmayı planlıyordu. Fuar, kısa sürede, Rusya’ya verilen sert bir yanıttan, Amerika’nın bilimsel hünerlerinin, uzay, ulaşım, bilişim ve tıp konularındaki geleceğine dair vizyonunun ve küresel uzlaştırıcı rolünün sergilenmesine dönüştü. Buldozerler, fuar alanına yer açmak için düşük gelirli hanelerden oluşan sokakları yerle bir etti. Bir peçeteye çizilen bir eskizden ortaya çıkan 182 metre uzunluğundaki Space Needle, şehrin simgesi haline geldi. Başkan Kennedy, fuarı Florida’dan açarken, uydu bağlantısı üzerinden “Gösterdiğimiz şey, bilim, teknoloji ve endüstri alanlarındaki büyük çabalarla başarılmıştır” diye duyurmuş ve eklemişti: “Bu, önümüzdeki on yıllara nasıl bir barış ve iş birliği ruhuyla yaklaştığımıza örnek oluşturmakta.”

BİLİMİN İLK TOHUMLARI

Günler sonra, annem bana yakaları düğmeli bir gömlekle mavi bir spor ceket giydirdi ve ailemle birlikte Century 21 için yola koyulduk. İlk ABD’liyi henüz uzaya çıkarmış olan Mercury kapsülünü gördük. Spacearium’da güneş sistemi ile Samanyolu’nu turladık.

Ford’un “Seattle-ite XXI” adındaki, nükleer enerjiyle çalışan 6 tekerlekli bir arabadan oluşan gelecek vizyonunu ve IBM’in ucuz bilgisayar olarak düşündüğü 100 bin dolarlık IBM 1620’yi gördük.

İzlediğimiz ‘Bilim Evi’ adındaki kısa bir film, ilk matematikçilerden en modern biyoloji, fizik, yer bilimleri ve bilgisayarlar üzerinde çalışan erkeklere kadar insan düşüncesinin ilerleyişini anlatıyordu. Abartılı şekilde konuşan anlatıcı, “Bilim adamı, doğayı bir yapboz sistemi olarak görür!” diye konuşuyor ve ekliyordu: “Evrenin altta yatan düzenine dair inancını korur.” Detayları pek anlamasam da genel fikri anlamıştım: Bilim adamları önemli şeyler bilirdi. Fuarın devam ettiği 4 ay boyunca, tekrar tekrar geri döndük. Her pavyona gittik, her oyuncağa bindik. ABD’ye fuar kapsamında tanıtılan Belçika waffle’larını denedim. Çok lezzetliydi.

SU KAYAĞI VE TREN

Benim normalde IBM Pavyonu ile kendimden geçmem gerekirdi. Yaklaşık 7 yaşında, bilgisayarlara aşık olabilir ve bir daha arkama bakmayabilirdim. Başka çocuklar için de durum pekâlâ böyle yaşanmış olabilir. Microsoft’u kurarken ortağım olan Paul Allen, bazı müzisyenlerin o yaşta kemana başlayıp bir daha asla bırakmaması gibi, kendisini bilgisayarlara alıştıran şeyin bu fuar olduğunu söylüyordu.

Benim içinse öyle değildi. Ben, ikili su kayağı yapan gözüpek kayakçılara aşık olmuş ve şehrimizin Space Needle’dan görünen manzarasına hayran kalmıştım. En azından benim fikrimce, hepsinden daha iyi olan şey ise Wild Mouse Treni’ydi.

Bu oyuncak, iki kişilik küçük çelik vagonların ve vücudunuzun dönüşler sırasında çatırdamasına neden olan, hız treni gibi bir mekanizmaydı. Kocaman kocaman gülümsemeler ve bir sürü kahkaha hatırlıyorum. Bu mekanizma riskli gelmişti ve hayat boyu sürecek hız treni aşkımı canlandırmıştı.

ÖĞRENMEYİ ÖĞRENME DÖNEMİ

Annemin daha önce okul öncesi öğretmenlerimi uyardığı gibi, ben farklıydım. İlkokulun başlarında, evde kendi kendime bir sürü şey okuyordum. Kendi başıma nasıl öğrenebileceğimi öğreniyordum ve yeni bilgileri hızlıca edinebilme ile çocuk kitaplarıyla kendi kendimi eğlendirebilme hissini sevmiştim.

Okul ise bana yavaş geliyordu. Öğrendiğimiz şeylere ilgimi sürdürmeyi zor buluyordum; düşüncelerim dağılıyordu. Bir şey dikkatimi çektiğinde, yerimden fırlayabiliyor, deli gibi el kaldırıyor veya cevabı bağırabiliyordum.

Dersi bölmeye çalışmıyordum; sadece zihnim, zaptedilmeyen bir coşkunluk haline kolayca geçebiliyordu. Aynı zamanda, diğer çocuklara uyum sağlayamıyormuşum gibi de geliyordu.

Kitaplar, annemle babamın para harcamayı asla sorgulamadığı tek şeydi. En değerli hazinelerimizden biri, Dünya Kitap Ansiklopedisi’nin 1962 tarihli setiydi.

Diyebilirim ki, Dünya Kitap Ansiklopedisi’nin ciltleri, doğaya, coğrafyaya, bilime, politikaya ve neredeyse dünyadaki bütün bilgilere açılan bir kapıydı. Yaklaşık 9 yaşındayken, A’dan Z’ye neredeyse her cildi okumuştum.

SOSYAL İLİŞKİ SORUNU

Çoğu sosyal etkileşime dair ilgisizliğim, annem için özellikle endişe vericiydi. Annem, Dale Carnegie’nin, insan ilişkilerini bir dizi tüyo ve ipucu halinde damıttığı “Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı” isimli, sayfaların uçlarını kıvırdığı bir kitabına sahipti. (En sonunda Noel için her çocuğuna bu kitaptan birer tane hediye etti.)

Onun Carnegie’den ne öğrendiğinden emin değilim, çünkü annemin insanlarla duygusal seviyede bağ kurma konusunda içten gelen bir yeteneği vardı. Annemin, babamın kariyerini desteklerken, baro birliği etkinliklerini düzenleme sorumluluğunu alışını ve Seattle’a taşınan, işe yeni alınmış kişiler için tek kişilik bir karşılama komitesi oluşturmasını izliyordum.

Artık anlıyorum ki kendisi, insanların yeteneklerini görevlerle eşleştirmeye gerçekten ilgi duyan ve sorduğunuz zaman tam olarak kimin aranacağını daima bilen bir ilişkiler öğrencisiydi. Ama o zamanlar bu yeteneği bana bir şey ifade etmemişti. Önemsiz ve biraz yüzeysel görünmüştü.

MATEMETİĞİN DERİNLERİNE DALMAK

Life dergisinde ses üzerine bir makale bulmuş, bununla ilgili Dünya Kitap Ansiklopedisi’ne bakmış ve konu üzerine kütüphanedeki kitapları okumuştum. Sesin, içinden geçtiği materyalin yoğunluk ve sertliği de dahil, pek çok şeyden etkilenen titreşimler sayesinde oluşan bir enerji yayılımı olduğunu öğrendiğimde çok heyecanlanmıştım.

En sonunda ise yeni bilgilerimi okul için bir bilim ödevine dönüştürmüştüm: “Ses Nedir?” Öğretmen bana sayfa kenarlarını görmezden geldiğim ve sayfanın en sonuna kadar yazdığım için düşük puan vermişti. Bu, bana aptalca gelmişti. Konuyla ilgili söylenmesi gereken, o tür sıkıcı detaylarla ilgilenemeyecek kadar çok şey vardı.

Matematiğin daha da derinlerine daldım ve çoğu gece, yedinci sınıf ödevlerini yaparken Kristi’ye katıldım. Bu, kart oynamada daha iyi olmaya ve büyükanneme karşı birkaç el kazanabilmek için elimden geleni yapmaya odaklandığım dönemlerdi.

ŞİRKET FİKRİ YERLEŞİYOR

İlkokulda Delaware’li şirket DuPont’u araştırmaya çok fazla vakit ayırdım. Şirketin yönetim yapısı ile ilgili bir yazı yazmıştım; yönetim kurulunun çoğunlukla erkeklerden ve şirket içinden gelenlerden oluştuğunu belirtmiştim.

DuPont’un ürünlerine, yurt dışı operasyonlarına ve araştırma-geliştirme faaliyetlerine dair ayrıntılar vermiş ve naylonun bulunma öyküsünü özetleyerek, polimerizasyonun kimyası hakkında toplayabildiğim en iyi tanımlarla bitirmiştim. Alt seviyelerdeki bir satıcı olmaktan yönetim komitesi üyeliğine tırmanan bir kurul üyesinin ölüm ilanını yazmıştım.

Çok geçmeden, kendimi Physio-Control’un Seattle şehir merkezindeki ofisinde, mühendislerle tanışırken ve yeni başkanları Hunter Simpson’la röportaj yaparken buldum. Öğrendiklerimi alıp, benim icat ettiğim bir koroner bakım sistemini üreten hayali bir şirket (adına Gatesway demiştim) hakkındaki bir okul ödevine çevirmiştim.

Ödevimde, üretime dair ayrıntılı faktörler ve ürünlerimi üretebilmek için yatırımcılardan nasıl sermaye toplamayı umduğumu yazmıştım. “Eğer fikrim iyiyse ve iyi insanları işe alıp, yeteri kadar para toplayabilirsem, başarılı olurum” yazmıştım. Öğretmen bana A/1 vermişti, maksimum çaba için maksimum puan.

BİLGİSAYARLA TANIŞMA

Sekizinci sınıftayken, öğretmenimiz, sınıfımızı matematik bölümünün bulunduğu beyaz tahta kaplamalı bir bina olan McAllister Evi’ne götürmüştü. İçeride, koridor boyunca yankılanan bir çuf çuf sesi geliyordu. Bir koridorun sonunda, bir grup ortaokul son sınıf öğrencisi toplanmış, bir tarafında çevirmeli telefon bulunan, daktiloya benzeyen bir şeyin üstüne eğilmişlerdi.

Öğretmenimiz, bunun bir yazı makinesi olduğunu söyledi. Bununla, oyun oynamak ve hatta kendi bilgisayar programlarımızı yazmak için bilgisayara bağlanabiliyorduk. Bilgisayarın kendisi Lakeside’da değil, California’daydı. Bir telefon hattı üzerinden bu bilgisayarda oturum açmıştık.

Yazı makinesinin üstünde bu yüzden bir telefon bulunuyordu. Öğretmenimizin açıkladığı şeyin, aynı anda tek bir bilgisayarı birden fazla kullanıcıya paylaştırma yöntemi olduğunu çok geçmeden öğrenecektim.

Ben her zaman bilgisayarların üniversite laboratuvarlarındaki, bankaların bodrumlarındaki ve çoğu insanın hiçbir zaman ziyaret etmediği başka yerlerdeki uzmanların çalıştırdığı büyük kutular olduğunu düşünmüştüm. Dünya Fuarı’nda, insan boyunu aşan ve küçük bir kamyon uzunluğunda olan bir dizi kutudan oluşmuş bir UNIVAC bilgisayarı görmüştüm.

İLK PROGRAM DENEMESİ

Yaş farkına göre gruplandırıldık ve rakiptik. Bir dörtlü olarak ise Paul, Ric, Kent ve ben arkadaş olduk. Haftalar geçtikçe, önceleri terminali kurcalayan çocukların çoğu ilgisini yitirdi ve terminalden uzaklaşarak, geride sıkı taraftarlardan oluşan daha küçük bir grup bıraktı.

Kod yazmak, sosyal açıdan eşitlik sağlamıştı. İyi programlar yazabiliyorsanız ve havalı problemleri çözebiliyorsanız, yaşın bir önemi yoktu. Bob McCaw adındaki bir son sınıf öğrencisi, sıfırdan bir kumarhane programı yaratmıştı. Sınıf arkadaşı Harvey Motulsky ise bilgisayara Monopoly oynamayı öğretmeye çalışmıştı.

Ben de Monopoly programını genişletmek için çalışmıştım, böylece bilgisayar kendine karşı oynayabilecekti. Kent, RAND Corporation’ın bir kitabından kopyaladığı matematik programlarının üzerinde değişiklik yapmıştı. Onunla birlikte, rastgele bir cümle üretici yapmak için isimleri, fiilleri, sıfatları ve söz dizimini nasıl birleştireceğimizi bulmuştuk. Bu cümle üretici, on yıllar sonra ortaya çıkacak olan yapay zekalı sohbet botlarının çok ilkel bir versiyonuydu. Bu üreticinin art arda cümleler dizmesini sağlıyor ve sonra anlattığı çılgınca hikayelere gülüyorduk.

BİLGİSAYARDAN PARA KAZANMAK

O yaz ettiğimiz sohbetlerin çoğu bilgisayarlar etrafında dönmüştü. İlk programlarımızı yazdıktan sonraki yaklaşık bir buçuk yıl içinde çok şey öğrenmiştik. Fakat bildiklerimizle ne yapabilirdik? Para kazanabilir miydik?

Kent Evans, kazanabileceğimize ikna olmuştu. Kent’in büyük büyükbabası, kurduğu bir fidanlıktaki meyve ağaçlarını ve diğer bitkileri satarak küçük bir servet elde etmişti. Kent Evans, beni Fortune dergisi ve The Wall Street Journal’ı okumaya başlamam için teşvik etmişti.

O sırada kendisi, bir iş adamı görüntüsünü benimseyerek, bir ergenden ziyade orta yaşlı bir satıcıya daha uygun olan devasa bir evrak çantası satın almıştı.

Onun demesiyle asıl “garabet” olan şey, çantanın her zaman dergiler ve ödevlerle dolu olmasıydı. Bu çantayı her yere götürüyordu. Açtığında ise anında bir kütüphaneye dönüşüyordu. Kariyer incelemelerimizin başlarında, generallerin ve politikacıların biyografilerini okurken, artık kütüphaneye gidip yerel yöneticilerin ne kadar kazandığını görmek için şirketlerin vekil beyanlarını araştırıyorduk.

ÇİP DÖNEMİ BAŞLIYOR

Paul Allen, her zaman bilgisayarların donanım tarafına ilgi duymuştu. 1972 yazında, California’da kurulan Intel adındaki bir şirketten çıkan yenilikten çokça bahsetmişti. Intel, reklamlarında “bir çip üstünde yer alan mikro-programlanabilir bir bilgisayar” icat ettiğini duyuruyordu.

Kısacası, bir bilgisayarın ana işlevlerini tek bir silikon parçasına sığdırabiliyordu. Buna, 4004 mikro işlemci adını vermişlerdi. Bu, çığır açan bir gelişmeydi.

Ben 1955 yılında doğduğumda, bu işler büyük bilgisayarların içindeki vakum tüpleri ile yapılıyordu. Kırılgan cam tüpler çok yer kaplıyor, çok enerji harcıyor ve büyük miktarda ısı üretiyordu. O sıralarda mühendisler silikon transistörünü keşfetmişti. Bu transistör, tüplerle aynı fonksiyonu görüyordu, fakat bunu başparmak boyutundaki mikroçiplerin üstüne kazınmış minik elektronik devreler aracılığıyla yapıyordu. Intel, bir bilgisayarın beyninin büyük bir kısmını tek bir silikon çipin üstüne sığdırmak için bu devreleri kullanarak işi birkaç adım öteye taşımıştı.

O sıralarda Paul, Intel’in kurucularından Gordon Moore’un 1960’ların ortalarında yaptığı bir tahminden bahsetmişti. Moore’a göre, yenilikler bir çipin üstündeki transistör sayısını her yıl 2 katına çıkaracak hızda geliyordu.

DONANIM MI YAZILIM MI?

Paul, benim donanım üretme fikrinden giderek soğuduğumu biliyordu. Bilgisayar üretme işi bana çok riskli görünüyordu. Parçalar, makineleri birleştirecek insanlar ve bu süreçleri gerçekleştirecek alanlar bulmamız gerekiyordu.

Ayrıca IBM gibi büyük şirketlerle veya hızla yükselen Japon elektronik üreticileriyle gerçekçi bir şekilde nasıl rekabet edecektik?

Paul ile ettiğimiz akşam yemeği sohbetleri tekrar tekrar yazılıma geri dönüyordu. Yazılım farklıydı. Kablolar yoktu, fabrikalar yoktu. Yazılım yazmak sadece beyin gücü ve zaman istiyordu. Üstelik yapmayı bildiğimiz ve bizi eşsiz kılan da buydu. Avantajımızın olduğu nokta burasıydı. Hatta bu işe öncülük bile edebilirdik.

İlk olarak bir bilgisayara ihtiyacımız vardı. Birkaç şirket, Intel’in icadını kullanan küçük bilgisayarlar satıyordu. Fransa’da, Micral adında bavul boyutunda bir bilgisayar, bilet gişelerini otomatik hale getirmek gibi tek amaçlı uygulamalar için Intel’in 8008’ini kullanıyordu. Mark-8 adındaki başka bir model ise sadece bir “kendin yap” projesiydi. O yılın başlarında duyurulan en yeni Intel çipinin, genel amaçlı işlevsel bir bilgisayarı çalıştırmaya yetecek kadar gelişmiş olduğunu biliyordum. Bu çip, 8080’di. Donanımla ilgili her şey için gözcümüz olan Paul, o çiple ilgili gelişmeleri takip ediyordu.

UCUZ BİLGİSAYAR DÖNEMİ

Bir gün Paul nefes nefese odama daldı. “Bana ne dediğini hatırlıyor musun?” dedi. “Ne dedim?” “Dedin ki ‘Birisi 8080 ile üretilmiş bir makine çıkardığında bana haber ver.’ Birisi çıkardı, al bak” diyerek elime bir dergi tutuşturdu.

Bu, ‘Popular Electronics’ dergisinin Ocak 1975 sayısıydı. Kapakta “ÇIĞIR AÇAN PROJE! Dünyanın İlk Mini Bilgisayar Kiti Ticari Modellere Rakip Oldu” yazıyordu.

Başlıkta “Şimdiye kadar sunulmuş en güçlü mini bilgisayar projesi – üstelik 400 doların altında bir paraya üretilebilir” diyordu.

Üç yıl boyunca, Paul ile çiplerin üstel olarak ilerlemesinden faydalanan yeni bilgisayarların her şeyi nasıl değiştirebileceği hakkında konuşmuştuk. Kafamı kaldırıp Paul’a baktım. “Biz olmadan gerçekleşiyor” dedi.

Fakat Paul ve ben bir iş kurmak istiyorduk. Kişisel bilgisayarlar giderek daha ucuz hale geldikçe ve işletmeler ile evlerde yaygınlaştıkça, yüksek kaliteli yazılımlar için de buna karşılık gelen neredeyse sınırsız bir talep olacaktı.

Paul ile insanların kişisel bilgisayarları için başka ne tür yazılımlara ihtiyaç duyacakları hakkında konuşuyorduk. Kişisel bir bilgisayar için bütün işletim sistemini de üretebileceğimizden neredeyse emindim. Eğer işler umduğumuz gibi giderse, ‘Micro-Soft’, adını “yazılım fabrikasına” dönüştürebilirdi. Alanının en iyisi olarak görülecek geniş bir ürün gamı sunabilirdik.

İLK İŞ PLANIMIZ

Zihnim, duyduğum her şeyi ve öğrendiğim her yeni bilgi parçasını sıraya koymaya ihtiyaç duyuyordu. Konuşup dururdum, sonra da herkesin yemeyi bitirdiğini fark ederdim. Yemeğime dokunmadan restorandan ayrılırdım.

İş planımızı 7 sayfa kopya kağıdına karalamıştım. Yol gösterici ilkem, aceleci davranmamak ve masraflarda boğulmamaktı. Bu da her birimizin saatte 9 dolar kazanması anlamına geliyordu. “Ortaklar için 9 dolarlık rakam rahatça yaşamaya yeterlidir ve başarı, bireysel çaba, bireysel şans, vb.’ye bağlı olarak değişmeyecektir. Bunu değiştirmenin tek yolu, Micro-Soft’un karşılayamayacağı şekilde düşürmek olacaktır.”

İki ana amacımızı şöyle ortaya koymuştum: Birincisi, boyut ve ün anlamında büyümek ve ikincisi, para kazanmak.

Bu yazı, kendimizi bağımsız bir şirket olarak kabul ettirme yönündeki ortak çabamızın bir sonraki aşamasını işaret ediyordu. Hepimiz, en az önümüzdeki 2 yıl boyunca Micro-Soft’u ana önceliğimiz haline getirme konusunda anlaşmıştık.

AMACIMA KİLİTLENMİŞTİM

Paul ve ben de, öncü bilgisayar yazılımı üreticisini yaratma vizyonu konusunda tamamen aynı fikirdeydik. Bu amaç, bir nehrin diğer kıyısında, bir anlığına görebildiğimiz bir ödül gibiydi. Fakat 1976’nın sonuna geldiğimizde, o noktaya varacak ilk şirket olma hırsının bende, Paul’da olduğundan daha güçlü olduğuna inanmıştım.

Ben, bir denizaltının üstündeki su geçirmez kapaklardan biriymişim gibi, dünyanın geri kalanını dışarıda bırakabiliyordum. Micro-soft için hissettiğim sorumluluk hissinin yönlendirmesiyle, kapağı kapatıp dümeni kilitlemiştim.

Kız arkadaşım veya hobilerim yoktu. Sosyal hayatım Paul, Ric ve çalıştığım insanlar etrafında dönüyordu. Bu, önde kalabilmek için bildiğim tek yoldu. Diğerlerinden de benzer bir adanmışlık bekliyordum.

Önümüzde bu devasa fırsat vardı. Bunun uğruna neden haftada 80 saat çalışmayacaktım ki? Evet, çok yorucuydu, fakat aynı zamanda heyecan vericiydi.

Paul, en önemli konuların bazılarında ortağımdı: Şirketle ilgili bir vizyonu paylaşıyorduk ve iş teknolojiyle ilgili sorular ve yazılımı yaratması için kimin işe alınacağına geldiğinde birlikte iyi bir şekilde çalışıyorduk.

İLK BÜYÜK ANLAŞMA

Bir süre sonra Texas Instruments’ın (TI) tasarladığı kişisel bilgisayar için BASIC’in bir versiyonunu yazmak üzere bizi seçtiği haberi geldi. Şirket, bilgisayarı ailelerin ev ekonomisini yönetebileceği, oyunlar oynayabileceği ve okul ödevlerini yazabileceği bir aygıt olarak tasarladığını söylemişti.

Bunun, kitle pazarına açılabilecek bir bilgisayar olacağını ummuştum. Bu, sadece birkaç bin değil, belki on binlerce müşteri anlamına geliyordu. İş için teklif veren en az 2 başka şirketi yenmiştik. Bu anlaşmayı almak, özgüvenimizi büyük oranda artırmıştı.

TI, Microsoft’u ilk defa ziyaret ettiğinde, herkesin oturacak bir yeri olsun diye yeni ofis müdürümüzün çıkıp fazladan sandalye alması gerekmişti. TI, kendi işlemcisini kullanıyordu, bu da BASIC’in sıfırdan yeni bir versiyonunu yazmak anlamına geliyordu. Bu, en az 2 kişinin aylarca çalışması demekti. Monte, yazını tekrar Albuquerque’de geçirmeye gönüllüydü, fakat Ric’in gitmesiyle birlikte, kod yazacak başka birini işe almamız gerekiyordu.

SONUNDA BÜYÜK İŞ GELİYOR

1977’nin sonunda, Commodore PET, Apple II ve RadioShack TRS-80, okullara, ofislere ve evlere girmeye başlamıştı ve birkaç yıl içinde, çoğu bir bilgisayara hiç dokunmamış olan yüz binlerce insana ulaşmıştı. İlk nesil amatör makinelerin aksine, bu 3 bilgisayarın hepsinin montajı tamamlanmıştı ve kullanıma hazırdı; bir lehim makinesine gerek yoktu.

PET, veri ve programları saklamak için dahili bir kaset kaydedici de dahil birçok özellikle geliyordu ve kısıtlı klavyesi, bilgisayarın başarısının önüne geçememişti.

Sonraki yıl, Tandy TRS-80’i güncelleyerek yeni özellikler ekledi ve diğer şirketlerin ulaşamayacağı bir ölçekteki müşterilere ulaşmak için 5 bin RadioShack mağazasından faydalandı.

Apple II’nin satışları çabucak artarak, akıllı pazarlama, dahiyane tasarım ve bilgisayarı özellikle oyun oynamak için harika hale getiren renkli grafikler sayesinde ilerledi.

Daha sonra “1977 Üçlüsü” olarak bilinir hale gelen bu üç makine, diğerleri geride kalırken kişisel bilgisayar devrimini ana akıma tanıttı.

Trinity’nin her bir üyesine kurulan ise üreticilerinin gerekliliklerine göre özelleştirdiğimiz BASIC’in bir versiyonuydu. Bu, RadioShack’in makinesinde Seviye II BASIC’ti, Apple’da Applesoft’tu ve PET’te ise sadece Commodore BASIC’ti. Commodore için olan bir versiyonda, koda küçük bir sürpriz yerleştirmiştik: Eğer bir PET kullanıcısı “WAIT 6502,1” kodunu girecek olursa, ekranının sol üst köşesinde tek bir kelime çıkıyordu: MICROSOFT!

“MATEMATİK SAYESİNDE GÜVEN KAZANDIM”

  • PİKAPTAN SORU Matematik öğretmenimiz Bayan Carlson, çarpma problemleriyle ilgili sorular sormak için sınıfın ön tarafına koyduğu bir pikaptan yararlanırdı. Hepimiz elimizde kalemlerle plakçalardan sorunun gelmesini beklerdik.
  • HIZLI PROBLEM ÇÖZME “Dokuz kere on iki,” sesi hoparlörden cızırtılı bir şekilde duyulunca hemen hepimiz hesaba koyulurduk. Birkaç dakika sonra bir başka soru daha gelirdi. Ben problemi herkesten önce çözer, sınıfın hâlâ uğraştığını görürdüm.
  • İYİ OLDUĞUM ALAN Bu, akranlarımdan bir şeyde daha iyi olduğumu hissettiğim ilk seferdi. Bana göre matematik kolaydı, hatta eğlenceliydi. Matematik temel kurallara uyuyordu; yapmanız gereken tek şey onları hatırlamaktı.
  • GÜVEN KAZANDIM Matematik, dünyanın çoğunun rasyonel bir yer olduğu yönündeki büyüyen hissime hitap ediyordu. Onun sayesinde köprüler, kart oyunları, insan vücudu, her neyse, hakkında birçok karmaşık sorunun cevapları olduğunu anlamaya başladım.

DAHA İYİ OLMAK İÇİN

İlk bilgisayarla tanıştığım yaz, bir kişinin bir şeyde nasıl en iyi olabileceğini çok düşündüm. İyi yazılımcıların, diğerlerinden nasıl farklı olabileceğine kafa yordum. Herkesten “Yüzde 20 daha iyi olmak için” neler yapmak gerektiğini kendime sordum. Bunun için bir yetenek mi, yoksa “adanmışlık” mı gerekiyordu?

HARVARD’I BIRAKMA ZAMANI

15 Ocak’ta Harvard Üniversitesi yönetimine şunu yazdım: “Bir arkadaşımla birlikte, mikro işlemci yazılımıyla ilgili danışmanlık veren Microsoft adında bir ortaklığımız var. Üstlendiğimiz yeni sorumluluklar, Microsoft’ta çalışmaya tam zamanlı olarak çaba harcamamı gerektiriyor.”

Sonbaharda okula geri dönmeyi ve Haziran 1978’de mezun olmayı planladığımı söyledim. Annemle babam, bana okulda kalmamı söylemenin gereksiz olduğunun farkındaydılar. Fazlasıyla bağımsızdım. Beni bu konuda ikna etmesi için Seattle’lı ünlü işadamı Sam Stroum’la benim için bir buluşma ayarlamıştı.

Sam, bana Harvard’daki derslere devam etmemi söylemek yerine, yaptığım şeyden heyecan duymuştu. Onun coşkusu, annemin endişelerini biraz bastırmış olsa da, tamamen yatıştırmamıştı. Anne ve babama “Eğer Microsoft işi olmazsa, okula geri döneceğim” diye söz vermiştim.

DERGİ KAPAĞININ ETKİSİ BÜYÜK OLDU

“Mikro bilgisayarlar hızla popülerleşiyor.” MITS ile sözleşmemizi imzaladıktan yaklaşık 1 yıl sonra, 1976 yazında satın aldığım BusinessWeek dergisinin bir sayısında bu başlık yer alıyordu. Hikayeyi beğenmiştim, çünkü BusinessWeek’i üst düzey yönetciler ve şirket çalışanları okuyordu. Yani çoğunlukla henüz kendi bilgisayarları olmayan, fakat kullanması daha kolay olsa bir tane almaya istekli olabilecek insanlar olduğunu düşünmüştüm.

Mavi bir tükenmez kalemle, kilit paragraf olarak gördüğüm kısmın altını çizmiştim: “Hâlihazırda, ev bilgisayarı endüstrisi, büyük boyutlu bilgisayar işinin minyatür bir versiyonu gibi görünmeye başladı bile; tek bir rakibin baskın oluşuna kadar. Ev bilgisayarlarının IBM’i, mühendis H. Edward Roberts’ın 7 yıl önce evinin garajında kurduğu MITS Inc. oldu.”

Haber, MITS’nin 8 bin Altair bilgisayarı sattığını ve önceki yıl 3.5 milyon dolarlık bir gelir elde ettiğini söylüyordu. Makale, MITS’in Güney Afrika kadar uzak yerlerden bile bir sürü telefon ile bayilik teklifleri aldığını yazıyordu.

Yazar: Fast Company Türkiye

©Fast Company Dergisi, Türkiye’de Fast Dergi Yayıncılık A.Ş. tarafından Türkiye Cumhuriyeti yasalarına uygun şekilde yayınlanmaktadır. Fast Company’nin isim hakkı ABD’de Mansueto Ventures’a, Türkiye’de Fast Dergi Yayıncılık A.Ş.’ye aittir. Dergide yayınlanan yazı, tablo, fotoğraf ve görsellerin her hakkı saklıdır. İzinsiz, kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

yeniden-yaratim-olmadan-mumkun-degil

Yeniden yaratım olmadan mümkün değil!

CMO’nun-izlediği-oran

CMO’nun izlediği oran