Fotoğraf: Pixabay

Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyetimizi kurarken; ekonomik kalkınmayı hür, bağımsız, daima daha kuvvetli, daima daha refahlı Türkiye idealinin belkemiği olarak tanımlamıştı. Cumhuriyetin ilk 10 yılı “ekonomi, bilim ve kültür” alanında elde edilecek kazanımlar ve kalkınma hamleleriyle geçti. II. Dünya Savaşı’na kadar “ekonomik dengeyi” esas alan politikalar yürütüldü.
1950-1980 arasında ekonomik model, ithal teknolojilere bağlı sanayileşme modeline dönüştü. Bu dönemin başında Türkiye ile ekonomik anlamda benzer seviyede olan “klasik örneğimiz” Güney Kore, 1960’larda kendi teknolojisini üretmeye, milli markalar ortaya çıkarmaya, eğitim, Ar-Ge bilim ve teknolojiye sürekli yatırım yapmaya dayanan sanayileşme modeline geçti. Bugün itibarıyla ülke 2 trilyon dolarlık GSYH’si ile dünyanın en büyük 14. ekonomisi (Türkiye 18.), daha önemlisi kişi başına 34 bin 165 dolarlık milli geliri ile dünya ülkeleri arasında 35. sırada (Türkiye 12 bin 765 dolar ve 75.)
YAPILANLAR VE HATALAR
Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılında daha refah bir ülke için özellikle liberal ekonomiye geçtiğimiz 1980’lerin başından bugüne kadar olan GSYH sıralamasında dünyadaki yerimizi, kişi başına düşen geliri ve özellikle doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının değişimine derinden bakmamız gerekiyor. Bu süreçte iyi yaptıklarımızı ve hatalarımızı anlayarak geleceği şekillendirebiliriz.
Türkiye, 1980-2024 arasında ekonomik, siyasal ve diplomatik anlamda çok ciddi değişimler göstermesine rağmen küresel GSYH sıralamasında 16-23 sıralarında salındı. Bu süreçte 60 milyar dolarlık GSYH büyüklüğünden 1.1 trilyon dolara kadar yükselmemize rağmen sıralamadaki yerimiz çok da değişmedi.
1970’ler, küresel bazda hem ekonomi hem de siyasette istikrarsızlığın zirve yaptığı bir dönemdi. Her açıdan sıkıntılı olan bu dönem ülkemize, 1980 yılında 24 Ocak kararlarını, yani yapısal reformları getirdi. Turgut Özal ismi ile bu kararların mimarı olarak tanıştık.
80’LERDEKİ DEĞİŞİM
1980’lerin ilk yarısında hem dünya ekonomisi hem de Türkiye yatay bir eğilim kaydediyordu. Bu bağlamda, Türkiye, GSYH büyüklüğü bazında 22. sırada sabit kaldı. Aynı yıllarda kişi başı gelirimiz de binli dolarlar seviyesindeydi.
80’lerin ikinci yarısında dünyada enflasyon sorunu azalmaya başladı, merkez bankaları faiz oranlarını makul seviyelere indirmeye yöneldi. ABD-SSCB rekabetinde ABD’nin üstünlüğü netleşti ve SSCB dağılma sürecine girdi. 1989’da Berlin Duvarı yıkıldı, küreselleşme hızını artırdı ve dünya çapında büyüme yaşandı.
70’lerin koalisyonlu istikrarsız dönemin ardından 80’ler ANAP’ın tek parti yönetimi ile geçti. 24 Ocak kararlarına imzasını atan Özal, ekonomide de Türkiye’yi farklı bir döneme taşımaya başladı. Bu sürecin en belirgin özelliği; ihracatın teşviği, yatırım teşviği ve sermaye birikimini sağlamaya yönelik destekleyici politikalar oldu. Her ne kadar hatalar olsa da bu süreçte Türkiye bir miktar ivme kazandı. Liberalleşmenin öncü sinyalleri ile Türkiye’de mal ve hizmet piyasaları oturma sürecine girdi, dış ticaret olgusu anlam kazanmaya başladı. Türkiye ekonomisi, küresel GSYH klasmanında sınırlı bir yükseliş gösterdi, on yılın başındaki 22’incilikten 20’inci sıraya çıktı. Kişi başı gelir de iki binli dolarlar seviyesine yükseldi.
90’LAR VE KÜRESELLEŞME
90’ların başında, ekonomik anlamda küreselleşme daha ivmelendi ve liberal politikalar baskın hale geldi. 90’ların ilk yarısında Avrupa Birliği kuruldu. AB, ekonomik büyüklük olarak ABD’nin ardından ikinci sıraya yerleşti. 90’ların ikinci yarısında ABD’de teknoloji şirketleri hızla artarken, Almanya sanayileşmeyle ön plana çıktı.
Ne yazık ki 90’lar Türkiye açısından yine iyi geçmedi. 1994’teki kriz bankaları batırdı, enflasyon yeniden ivmelendi ve satın alma gücü yeniden erozyona uğradı. 1993’te dünya GSYH liginde 18. sıraya kadar yükselmiş olan Türkiye ekonomisi, kriz sonrasında sert bir düşüşle 23.’lüğe geriledi.
90’ların sonunda Türkiye’de normalleşme çabaları ön plana çıktı. IMF anlaşması ve normalleşme niyetini ön plana koyan Türkiye, uluslararası ligde ön sıralara yükselmeye başladı.
Dünyada 90’ların ikinci yarısında tırmanışa geçen teknoloji şirketlerinin 2000’de yarattığı .com krizi büyük hayal kırıklığı oldu. Sonrasında özellikle konut sektöründe büyük bir canlanma yaşandı, mortgage kredileri büyük ilgi gördü. 2007’de bu balon da sönmeye başladı. Amerikan finans sistemiyle birlikte küresel finans sistemi de büyük bir krize sürüklendi.
TÜRKİYE EKONOMİSİNDE DEĞİŞİM
Ülkemizde Kasım 2000’de bankacılık, Şubat 2001’de döviz krizi ile sistem çatırdadı, çok sayıda banka battı, finansal sistem dibe vurdu, para birimi ciddi anlamda değer kaybetti.
Sonra tarihin en büyük tedavi ve rehabilitasyon süreci başladı. Dünya Bankası Başkan Yardımcısı Kemal Derviş ekonominin direksiyonuna geçerken olumlu etkileri uzun süre devam edecek reformlar gerçekleştirdi. Bu dönemde IMF politikaları ekonomide, AB üyelik süreci iş hayatında, demokratikleşme ve reformlar sosyal hayatta Türkiye’ye sınıf atlattı. Uluslararası tahkim ile birlikte Türkiye’ye ciddi tutarda doğrudan yabancı yatırım akmaya başladı.
Türkiye ekonomisi 2001’den sonra uzun süre dünya ekonomisinden daha iyi bir performans kaydetti ve 2005 yılında dünyanın 17. büyük ekonomisi haline geldi. Aynı yıllarda başlayan özelleştirme hamlesiyle de ülkemiz çok ciddi doğrudan yabancı sermaye akışı çekmeye başladı.
Türkiye ekonomisi açısından 2010’ların ilk yarısını zirve olarak görebiliriz. Rating kuruluşları ülke notunu “yatırım yapılabilir ülkeler” seviyesine yükseltti, TL tahvil faizleri yüzde 4’lü seviyelere kadar geriledi, kişi başı GSYH 10 bin dolarlara yükseldi, Türkiye küresel klasmanda 2012 yılında 16. sıraya kadar yükseldi.
Dış politikadaki sorunlu ortam 2018’de Trump’ın tetiklediği bir krize doğru sürüklendi ve Türkiye ekonomisi on yılı aşkın süredir girdiği rotasından çıktı. Bu kopuş aynı zamanda ekonomi yönetiminde ve yönetim şeklinde de değişimi beraberinde getirdi. Türkiye ortodoks politikalardan vazgeçip yeni arayışlara soyundu ve bugünlere kadar geldik. Malum bugün ülkemiz yüksek enflasyondan çıkma hedefi içinde sağlam bir para ve mali politikalar programı uyguluyor.
Şimdi Türkiye’nin uluslararası kabul görecek yeni bir uzun vadeli plana ve hikayeye ihtiyacı var.
SÜRDÜRÜLEBİLİR STRATEJİ EKSİKLİĞİ
1980’lerden bu yana sürdürülebilir bir ekonomik devlet stratejimiz bir türlü olamadı, zigzaglar çizdik, refahı genele yayamadık ve ihracatta bir türlü fasoncu zihniyeti ve ucuz iş gücü illüzyonunu aşıp inovasyon ve markaya dayalı bir sanayileşmeyi beceremedik. Hukuk, enflasyon, kurdaki belirsizlikler ve sürekli değişen kurallar da yabancı sermayeyi durma noktasına getirdi.
Klasik örneğimiz olan Güney Kore ve benzerlerine baktığımızda, ekonomik kalkınmalarının sac ayaklarını; insani gelişme ve yetkinleşme; bilim, teknoloji ve inovasyon; siyasal, ekonomik, toplumsal kurumlar ve kuralların oluşturduğunu görüyoruz. Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılında; bilim, teknoloji ve inovasyonu odağına alan bir büyüme modeli ile yoğun rekabet ortamında güçlü kalmaya ihtiyacımız var. Ancak bu şekilde sürdürülebilir ekonomik kalkınmayı sağlayarak, kişi başına milli gelirimizi 20 yıldan kısa sürede 20 bin dolar seviyesine çıkarmamız mümkün olabilir. (Kaynak: TÜSİAD, Yeni Bir Anlayışla Geleceği İnşa raporu, 2021)
YÜKSEK TEKNOLOJİ İÇİN EYLEM
Deloitte ve TÜSİAD’ın “Türkiye’nin 2. Yüzyılında Yüksek Teknoloji İçin Eylem Çağrısı” raporuna göre, teknolojiyi odağına alan bir büyüme modeli, milli gelirde kısa sürede 350-600 milyar dolarlık bir büyüme yaratabilir ve kişi başına milli geliri 20 bin dolarlarlık seviyesine getirebilir. Devletin en üst seviyesinden bir sahiplenme, ısrarla bu politikalardan vazgeçmeme, liyakat ve eğitim konusunda da radikal değişimleri devreye alarak bu hedeflere ulaşabiliriz.
Teknolojiyi odağına alan kalkınma modeli ile yapısal reformların aynı anda yürütülmesi ise özellikle doğrudan yabancı sermayenin yeniden ülkemize akmasını sağlayacak. Ekonomik, siyasi ve sosyal alanda yapılacak köklü değişikliklerle; daha adil, güçlü ve sürdürülebilir bir yapıya kavuşmamız mümkün olacak. Bunlar gerçekleştiğinde, değişen dünyada bir üretim ve lojistik merkezi olan Türkiye’nin, dünyanın en çok yabancı sermaye çeken ülkesi olması çok da zor değil.
Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına belirsizlikler ve risklerin hakim olduğu, kaotik bir ortamda girsek de çıkış yolumuz 100 yıldır belli ve aydınlık aslında. Mustafa Kemal Atatürk’ün kalkınma vizyonu, ülkenin ekonomik ve sosyal kalkınmasını desteklemek için uzun vadeli stratejiler geliştirme, eğitime ve bilime yatırım yapma, yerli üretimi teşvik etme gibi prensipleri içeriyordu. Sadece zaman ve koşullar değişti. Elbette başarabiliriz.
Sorularınız için: [email protected]